Dekompresyon Hastalığının Kısa Tarihi

Dekompresyon hastalığı (DCS), dalış dünyasının hem en büyüleyici hem de en tehlikeli durumlarından biridir. Genellikle halk arasında “Vurgun” olarak da bilinen bu durum, dalışa özgü bir tehlike olmanın ötesinde, insanlığın keşif, yenilik ve bilimsel gelişim hikâyesinin bir parçasıdır. Bu yazı dalgıçlar ve dalışla ilgilenen herkes için dekompresyon hastalığının biraz daha geri planını anlattığım bir yazı olacak. Tarihin derinliklerinden başlayarak, hastalığa karlı en bilinçsiz olduğumuz dönemlerden günümüzdeki modern anlayışına kadar bir yolculuğa çıkıyoruz.

Dekompresyon hastalığının hikayesi, modern dalıştan çok daha önce başlar. Bira gerilere, antik uygarlıklara gidelim. Antik medeniyetler sünger, inci ve deniz kabuğu toplamak için çeşitli dalış yöntemleri geliştirmiştir.

Egeli Sünger Avcıları

Ege sularında sünger avcılığı yapan dalgıçlar, “skandalopetra” adı verilen taş bir ağırlık kullanarak hızla derinliklere iniyorlardı. Bu dalgıçlar, nefeslerini tutarak uzun süre su altında kalıyorlardı. Ancak, yüzeye çıktıklarında eklem ağrıları, baş dönmesi ve felç gibi açıklanamayan belirtilerle karşılaşıyorlardı. Bugün bildiğimiz üzere bu, dekompresyon hastalığının erken örnekleriydi.

Japon Ama Dalgıçları & Koreli Haenyeo Dalgıçları

Benzer şekilde, Japonya’daki Ama dalgıçları ve Kore’deki Haenyeolar —çoğunlukla kadınlar—inci ve deniz ürünleri toplamak için derin sulara dalıyordu. Nefes tutarak, çok tekrarlı şekilde yapılan bu dalışlar, uzun süre soğuk suya maruz kalma ile birleşince, nadiren de olsa dekompresyon belirtilerine yol açabiliyordu.

Bu dönemde, bu semptomların nedeni anlaşılamıyordu. Çoğu kişi bu durumları deniz ruhlarının ya da ilahi cezaların bir sonucu olarak yorumladı. Zaman ilerledikçe dalış teknikleri gelişti ve kullanım alanları çoğaldı.

Sanayi Devrimi ve “Keson (Caisson) Hastalığı”

19 yüzyılda Sanayi Devrimi, insanların su altındaki mühendislik projelerine olan ilgisini artırdı. Köprüler ve tüneller gibi yapılar inşa etmek için işçiler, basınçlı odalar olan “kesonlar”da çalışmaya başladılar.

Brooklyn Köprüsü İnşaatı (1870’ler)

New York’un en ikonik yapılarından biri olan Brooklyn Köprüsü, mühendislik alanında bir harika olmasının yanı sıra, dekompresyon hastalığının (vurgun) erken dönemde anlaşılmasında önemli bir rol oynamıştır.

Köprünün devasa kulelerini desteklemek için temel kazıları derinlere kadar yapılmak zorundaydı. Bu işlem için, nehir yatağına yerleştirilen ve su geçirmez büyük odalar olan kesonlar kullanıldı.

İşçiler, kesonlarda çalışırken su ve tortuların içeri sızmasını önlemek için basınçlı hava altında çalıştılar. Dışarıdaki su basıncını dengelemek için odanın içindeki hava basıncı artırıldı.

Bilinmeyen Bir Hastalık… Kesonlardan çıkan işçiler sıklıkla eklem ağrısı, baş dönmesi, felç ve bazen de ölüm gibi ciddi semptomlar yaşadılar. O dönemde bu belirtiler gizemliydi ve “keson hastalığı” olarak adlandırılıyordu. “Dekompresyon hastalığı” terimi henüz bilinmiyordu. Daha sonraki bilimsel çalışmalar sayesinde, bu durumun hızlı basınç değişimlerinden dolayı vücutta azot kabarcıklarının oluşmasından kaynaklandığı anlaşıldı. Brooklyn Köprüsü’nün inşası sırasında yüzlerce işçi keson hastalığından etkilendi. Ağır vakalarda birçok işçi kalıcı olarak sakatlandı ve bazıları hayatını kaybetti.

Bu kişilerden birtanesi de projenin baş mühendisi olan Washington Roebling. Kesonlarda inşaatı denetlerken ciddi semptomlar yaşadı ve hayatının geri kalanında kısmen felçli kaldı. Sağlık sorunlarına rağmen Roebling, projeyi evinden yönetmeye devam etti. Talimatlarını işçilere ileten eşi Emily Warren Roebling, köprünün tamamlanmasında kilit bir rol oynadı.

Euphrates Tüneli (1869)

Daha erken bir örnek, 1869 yılında yapılan Fırat Tüneli’nde gözlemlendi. Keson işçileri benzer problemlerle karşılaştı, ancak o dönemde bu durumun önlenmesi veya tedavi edilmesi mümkün değildi.

Sanayi Devrimi, basınçlı ortamlarda çalışmanın getirdiği tehlikeleri ilk kez geniş bir şekilde gözler önüne serdi ve bilimsel araştırmalara ilham verdi.

İlk Bilimsel Atılımlar: Paul Bert ve John Scott Haldane

Paul Bert’in Çalışmaları (1878)

Fransız fizyolog Paul Bert, dekompresyon hastalığını ilk kez bilimsel olarak inceleyen kişilerden biridir. Bert, hızlı basınç düşüşünün, kan dolaşımında çözünmüş azot gazının kabarcıklar oluşturmasına yol açtığını keşfetti. Bu kabarcıkların, semptomların ana nedeni olduğunu belirledi. Bert, kontrollü dekompresyonun bu durumu önleyebileceğini öne sürdü ve bu, gelecekteki güvenlik önlemlerinin temelini oluşturdu.

John Scott Haldane’in Tablosu (1906)

İskoç fizyolog John Scott Haldane, Bert’in bulgularını temel alarak Kraliyet Donanması için ilk dekompresyon tablolarını geliştirdi. Bu tablolar, basınçlı ortamda deneyler yapılan keçiler üzerinde yapılan çalışmalara dayanıyordu. Haldane, azotun vücutta güvenli bir şekilde atılmasını sağlamak için aşamalı bir yükseliş süreci önerdi. Bu tablolar, askeri ve ticari dalış operasyonlarında devrim yarattı.

Ticari Dalış ve Derin Deniz Zorlukları

20 yüzyılda ticari dalışın artmasıyla birlikte, özellikle petrol ve doğalgaz endüstrisinde çalışan dalgıçlar arasında dekompresyon hastalığı önemli bir mesleki risk haline geldi.

Ege Denizi’ndeki antik dönemlere göre daha modern teknikler kullanan sünger dalgıçları zaman içerisinde yeni elbiseleri kullanmaya başladı. Bu elbiseler, daha uzun süre dalış yapmalarına olanak sağladı, ancak yetersiz dekompresyon bilgisi nedeniyle vurgun vakaları arttı.

Sınırlı ekipman ve bilgiyle çalışan bu dalgıçlar, belirtileri hafifletmek için geleneksel yöntemler, pratik çözümler ve bazen batıl inançlara dayalı uygulamalar geliştirdiler. İşte o dönemde uyguladıkları çok ilginç yöntemlerden bazıları.

1- Derinliğe Geri Dönme (Suda Tekrar Basınç Uygulama)

En etkili geleneksel yöntemlerden biri, belirtileri hafifletmek için etkilenen dalgıcı tekrar derinliğe göndermekti. Derinliğe geri dönmek, ortam basıncını artırarak ağrıya ve diğer belirtilere neden olan azot kabarcıklarını geçici olarak yeniden çözüyordu. Bu yöntem kısa süreli bir rahatlama sağlasa da doğru tedaviyi geciktirdiği için uzun vadede felç ya da kronik eklem ağrısı gibi ciddi komplikasyonlara yol açabiliyordu.

2. Yüzeyde Dinlenme ve İyileşme

Derinliğe dönme imkânı olmayan dalgıçlara genellikle dinlenmeleri önerilirdi. Hareketi en aza indirmek için hareketsiz kalmak gaz kabarcıklarının yer değiştirmesini ve semptomları kötüleştirmesini engelliyordu. Ya da engellediğine inanılıyordu.

3- Halk Tedavileri ve Batıl İnançlar

Bilimsel bir açıklamanın eksikliğinde, sünger dalgıçları halk tedavilerine ve geleneksel bilgilere yöneldiler. Genellikle yerel bitkilerden ya da yağlardan yapılan karışımlar ağrıyan eklemlere uygulanır ya da çay olarak tüketilirdi. Bazı kültürlerde bu belirtiler “deniz tanrılarının gazabı” olarak görülürdü. Dalgıçlar bu güçleri yatıştırmak için adaklar sunar ya da dualar ederdi. Ağrıyı “ovarak çıkarmaya” çalışırlardı. Ancak bu yöntem genellikle gaz kabarcıklarını daha fazla yayarak zararı artırıyordu.

Tecrübeli dalgıçlar ve kaptanlar, nesilden nesile aktarılan bilgilerle bazı erken güvenlik protokolleri geliştirdiler.

Yavaş Yükselme: Dekompresyonu tam anlamıyla bilmeseler de, bazı mürettebat dalgıçlara semptomları azaltmak için daha yavaş bir şekilde yüzeye çıkmalarını önerdi.

Dalış Süresini Sınırlandırma: Dalgıçlardan daha kısa süre su altında kalmaları istenirdi. Ancak ekonomik baskılar genellikle güvenlik önlemlerinin önüne geçti.

Saturasyon Dalışları

1960’larda, ticari dalgıçlar için saturasyon dalışı tekniği geliştirildi. Bu yöntemde dalgıçlar, haftalarca basınçlı ortamlarda yaşar ve görevlerinin sonunda sadece bir kez dekompresyon sürecine girerler.

Daha detay vermek gerekirse satürasyon dalışı, dalgıcın vücut dokularının belirli bir basınçta maksimum miktarda inert gaz emmesi prensibine dayanır. Dokular “satüre” olduktan sonra, dalgıcın derinlikte geçirdiği süre artık dekompresyon süresini artırmaz. Bu nedenle, dalgıçlar her dalıştan sonra yüzeye çıkmak yerine, çalıştıkları derinlikle aynı basınçta olan bir ortamda yaşarlar. Bu yöntem, dekompresyon döngülerini azaltarak dekompresyon hastalığı riskini minimuma indirir. Görevlerini tamamladıktan sonra dalgıçlar, günler sürebilen kontrollü bir dekompresyon sürecinden geçer. Bu süreç, dekompresyon hastalığı riskini en aza indirir.

Şimdi buraya kadar aslında Dekomprasyon hastalığını ne kadar bilmediğimizi konuştuk. Fakat günümüze yaklaştıkça Dekompresyon hastalığının ne olduğu daha iyi anlaşılmaya başladı.

Peki en basit anlamıyla, herkesin anlayacağı şekilde nedir bu Dekomprasyon Hastalığı ?

Dekompresyon hastalığı, dalgıçların derinlikte zaman geçirdikten sonra çok hızlı bir şekilde yüzeye çıkması durumunda meydana gelen bir durumdur ve genellikle “vurgun” olarak bilinir. Dalış sırasında artan basınç, solunum gazındaki azotun vücut dokularında çözünmesine neden olur. Eğer çıkış sırasında basınç çok hızlı bir şekilde azalırsa, çözünmüş azot vücutta baloncuklar oluşturmaya başlar. Bu durum, eklem ağrısı, yorgunluk, baş dönmesi gibi belirtilere ve hatta hayatı tehdit edebilecek ciddi komplikasyonlara yol açabilir.

Bunu bir süngere benzetebiliriz; sünger suyun altında sıkıldığında hava kabarcıkları içeride kalır, ancak yavaşça bırakıldığında kabarcıklar nazikçe dışarı çıkar. Ancak sünger aniden bırakıldığında, kabarcıklar hızla patlayarak zarar verebilir. İnsan vücudunda bu azot baloncukları dekompresyon hastalığının belirtilerine yol açabilir.

Modern Dönemde Dekompresyon Hastalığı

Günümüzde, dalış güvenliğini artırmak için gelişmiş teknolojiler ve yöntemler kullanılmaktadır.

Dalış Bilgisayarları: Derinlik, süre ve yükselme hızını kontrol ederek dalgıçlara rehberlik eder.Hiperbarik Oksijen Tedavisi: DCS semptomları görülen kişiler, özel basınç odalarında tedavi edilir. Bu yöntem, gaz kabarcıklarının güvenli bir şekilde çözünmesini sağlar.

Eğitim ve Bilinçlendirme: Modern dalış eğitimleri, dekompresyon hastalığını önlemek için kapsamlı bilgi ve protokoller içerir.

Dekompresyon hastalığının tarihi, bilimsel keşifler ve insan cesaretiyle doludur. Antik sünger avcılarından modern ticari dalgıçlara kadar, bu durum, insanın sualtı dünyasını keşfetme tutkusunun bir yan ürünüdür.

Güvenli dalış yapmanın anahtarı bilgi ve hazırlıktır. İster bir dalgıç olun, ister bu dünyaya ilgi duyan biri, dekompresyon hastalığını anlamak, dalışa daha bilinçli bir şekilde yaklaşmanıza yardımcı olacaktır.

Güvenli dalışlar dilerim!